Çolpan – Bölüm 1: “Umut”
“Oğuz Kağan’ın üç oğlu oldu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne Yıldız dediler. Oğuz Kağan’ın üç oğlu daha oldu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz dediler. Oğuz Kağan’ın bir oğlu daha oldu. Ve ismi hiç anılmadı.”
Kış kapıdaydı. Çırılçıplak kalmış ağaçlar, beyaz giysilerini giymeyi bekliyordu. Rüzgâr insanın derisini kemiriyor, kuru soğuk ciğerlerine işliyordu. Yerlerdeki tüm yapraklar, dünyada hüküm süren kedere üzülürcesine çürümeye yüz tutmuştu. Gökyüzünde kuşlar ötmüyor, çevrede tek bir hayvan dahi görünmüyordu. Hayvanlar benden sağduyulu çıktı anlaşılan, diye söylendi Barlas. Şehre vardığımda bir han bulsam iyi olacak.
Uzun bir yolculuk geçirmişti. Şimdiye kadar onlarca yerleşim yerine gitmiş, taşınmakta olan aileleri yakalamış, gittiği her yerin bilgesine danışmış ancak onların da bu hastalığa çare bulamadıklarını öğrenmişti. Dermansız bir hastalıktı bu. Her geçen gün elindeki sürenin azaldığını biliyordu. Her geçen gün, ölümün sevdiklerine bir adım daha yaklaştığını biliyordu. Zaten kısıtlı olan zamanını, sağduyulu olmakla harcayamayacağını da biliyordu. Bu nedenle geldiği bu şehirde işini çabuk halletmesi iyi olacaktı. Şehre yaklaştığında burada da derdine derman bulamayacağı hissine kapıldı. Şehir kapısından ötedeki çimlerin çoğu, cenaze merasimlerinden kalma alevlerle[1] yanmış, toprağın çoğu bölgesi siyaha dönmüştü. Sol tarafta mezar olduğu anlaşılan, uzun bir şerit boyunca uzanan topraktan tümsekler kendini belli ediyordu. Bir şehrin girişi için pek de hoş bir manzara değildi. Gittiğim her yerden daha fazla.
Aslen şehir ticaret yolu üzerine kurulmuş, ülkedeki nadir yerleşik şehirlerden birisiydi. Çevresine dışarıdan içeriyi görmeyi imkânsız kılan geniş duvarlar örülmüş, kervanların rahatça geçebilmesi için şehrin belli bölgelerine büyük kapılar inşa edilmişti. Kapılar sağlam ahşaptan yapılmış, iyi işçilik ürünleriydi. Kalınlıkları hemen hemen bir arşın boyunda, boyları ve genişlikleri ise yaklaşık on iki kulaç uzunluğundaydı. Duvarların üzerine nöbetçilerin konuşlanması için ufak burçlar yapılmıştı. O anda oradaki birkaç nöbetçiyi seçebiliyordu.
Barlas gözlerini nöbetçilerden kararan gökyüzüne çevirdi. Rüzgâr sertleşmeye başlamış, soğuk iyiden iyiye etkisini arttırmıştı. Adımlarını sıklaştırmaya başladı. Gördüğü manzara bu yer hakkındaki umutlarını yitirmesine sebep olmuştu zira. Vaktini de daha fazla yitirmesinin anlamı yoktu. Şehre girip şu hanlardan birine uğrayacak, kendine bir yatak tutacaktı. Sabah olunca bir umut, şehrin bilgesini bulup hastalığın dermanını soracaktı.
Kapıdan içeri girdiğinde, yaptığı bütün planlar kafasından uçup gitti. Şehir tamamen gürültüden oluşuyordu sanki. Kulağına kaçmış bir sineğin vızıltısından daha rahatsız edici, insanın beynini kemiren böyle bir sese yalnızca yemek için birbirlerini didikleyen karga sürülerinde şahit olmuştu. Şehrin duvarları sesleri bir arada tutuyor, insanın kafasının kaldıramayacağı kadar ağır bir uğultuya sebep oluyordu belli ki. Şehirdeki insanların bu gürültüye nasıl katlandıklarını merak etti. Sonra insanların yüzlerini fark etti. Yüzleri hiç de rahatsız oluyormuş gibi değildi oysa. Madem alışılabiliyordu, o zaman onun da alışması gerekecekti. Bu amaçla kapının orada bir süre beklemeye karar verdi ve şehri süzmeye başladı.
İçerisi epey hareketliydi. Yeni gelen kervanlar kendilerine yer arıyor, şehrin çeşitli yerlerine kurulmuş tezgâhlarda türlü türlü ürünler satılıyordu. Elli metre ötede, bir demirci gördü. Dükkânının raflarında işçiliği sağlam, güzel hançerler, baltalar, kılıçlar ve birçok metalden iş aleti asılıydı. Hemen ötesindeki dükkânda türlü renklerde hasırlar vardı. Onun da ötesinde…
Gözü büyük bir binaya takıldı. Üç kattan oluşuyor gibi gözüküyordu. Dikkatle incelediğinde, ona han diye anlatılan yapılardan biri olduğunu anladı. Aslen şehir çok güzel bir yerleşkeydi. Vakti olsa buralarda dolaşmak ona büyük bir keyif verebilirdi. Ancak heba edecek ne zamanı, ne de parası vardı. Hana yaklaşmaya karar verdi. Yeterince yaklaştığında hanın kapısının sağ tarafında asılı duran bir tabela fark etti. Tabela yeni yapılmıştı, ya da en azından üzerine yakılmış isim öyleydi. Tahtanın üzerinde, “Kutlu Han” yazıyordu.
İlginç bir isim. Tahtaya şöyle bir kez daha göz attı ve kapıdan içeri girdi. Kapının ardı geniş bir hole açılıyordu. Holün karşısındaysa ahşap merdivenler vardı. Sağ taraftan mutfaktan geldikleri belli olan tabak çanak sesleri, sol taraftan ise güçlükle duyulan boğuk bir insan sesi geliyordu. Hanın sahibinin mutfakta olmayacağını düşünerek, soldaki insan sesinin geldiği kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açtı ve usul adımlarla içeri girdi.
“…Ne kanatları ne de uzun bacakları varmış. Ancak hızlıymış. İnsan gözünün takip edemeyeceği kadar hızlı, ezeli düşmanıyla kapışabilecek kadar hızlı. Kanatları yokmuş ancak uçabilmek için böyle bir uzva da ihtiyacı yokmuş. Öyle ki, yeryüzüne onlardan kudretli bir yaratık gelmediği söylenir. –Ne diyordum? Ha- Kükreyişiyle dağları inletebilir, güzel sesiyle ağaçları ağlatabilirmiş. Gözleri elmastan daha keskin, pulları güneşten daha parlakmış. Açık havada, ikinci bir güneş parçasıymış. Pençesi o kadar kuvvetliymiş ki…” Herkes geniş salonda bir çember oluşturmuş, ortadaki yaşlı adamı dinliyordu. Adamın vücudundaki tüm kıllar rengini yitirmiş, yüzü yaşlılığın getirdiği kırışıklıklarla dolmuştu. Ön sıralardan, yaşlı adamı dinlemekte olan bir adam şöyle arkaya baktı, Barlas ile göz göze geldi. Yüzüne bir gülümseme yerleştirerek, oturduğu yerden kalkıp onun yanına doğru yürümeye başladı. Şişman bir adamdı. Boğum boğum olmuş ellerini önünde birleştirmiş, ovuşturmaktaydı. Dışarıdaki soğuk havaya rağmen, boncuk boncuk terlemişti.
“Göğünüz açık olsun.” diye selamladı adam Barlas’ı, kalıplaşmış sözlerle. Hanın sahibinin bu adam olduğunu anlaması çok uzun sürmedi.
“Yolunuz aydınlık olsun.” diye karşılık verdi Barlas.
“Yorucu bir yolculuk geçirmişe benziyorsunuz.” dedi adam, Barlas’ı şöyle bir süzerek. “Ne istersiniz? Yatak, yemek, içki?”
“Hepsinden.” Adam başını sallayarak kapıya doğru seyirtti. Hancı salondan çıktıktan sonra Barlas taburelerden birisine oturdu, yaşlı adamı dinlemeye başladı.
“…toplam dokuz yıl sürmüş. Öyle amansız bir mücadeleymiş ki bu, savaş boyunca yeni dağlar, ovalar, adalar, denizler ve nice yeryüzü şekli oluşmuş ve yok olmuş. İyiliğin ve kötülüğün bu amansız savaşında, iyilikler ve kötülükler doğmuş. Kâh gökyüzü kararmış, kâh ışık tayfları göğü doldurmuş. Kâh alev topları yağmış, kâh gök yeryüzünü serin yağmurlarıyla mükâfatlandırmış. Savaşın hat safhasında Bükrek, Sangal’a karşı üstünlüğü ele geçirmeyi başarmış. Rivayetlere göre bunun sebebi, zamanında yavruları Sangal tarafından katledilmiş efsanevi kuş Garuda’nın, Sangal’ın dikkatini dağıtmasıymış. Tam o sırada Bükrek dikkati dağılan Sangal’ın boynuna pençesini geçirivermiş. Öyle muazzam bir acıymış ki, Sangal’ın inanılmaz çığlığı yeryüzünde yeni bir dağ oluşmasına sebep olmuş. Çürük yapraklı, meyve vermeyen uzun ağaçlardan oluşan, ışığın girmediği ve hiçbir hayvanın…”
Yaşlı adam elinde tahta bir tepsiyle yiyecekleri getirmişti.
“Odanızı hazırladım, aslına bakarsanız bugün tek bir boş oda vardı. O yönden şanslısınız. Ayrıca bu şehirde bulabileceğiniz en güzel kımız buradadır. Afiyet olsun.”
Barlas adamı başıyla onayladıktan sonra bir yandan yemeğini yemeye başladı, bir yandan da yaşlı adamı dinlemeye devam etti. Bükrek ve Sangal’ın mücadelesini yüzlerce kez dinlemişti. Ancak bu adamda başka bir tını vardı. İnsanı hikâyenin içine sokan, o anları yaşatan bir şeyler. Hiçbir zaman inanmadığı bu hikâyeler, bu adamın ağzından sanki gerçekten yaşanmışçasına dökülüveriyordu.
“Sangal’ın ölümü uzun sürmüş. Tabi çığlıkları da öyle. O ölene kadar yeryüzüne hiçbir canlı çıkmamış. Denilene göre bu çığlıklar toplam yedi gün yer ve gök arasında yankılanmış durmuş. Mücadele bittiğinde Bükrek kendisinin de yaralandığının farkına varmış. Uzun pullarının çoğu kopmuş, alt derisi yarılmış, ve vücudunun neredeyse her karışı kanıyor durumdaymış. Savaşın harareti geçtiğinde ne kadar yorgun olduğunu hissetmeye başlamış Bükrek. Dinlenmek için oradan ayrılıp yaşadığı yere, üst denizlere[2] gitmiş. Rivayetlere göre Bükrek, her bin yılda bir yeryüzüne gelir ve durumu kontrol edermiş. Yeryüzüne indiği zaman, Sangal’ın yarattığı dağa ışık huzmeleri girer, dağın şerri o gün yeryüzünden çekilirmiş. Biz o dağı, Ejder Dağı olarak biliyoruz.”
Adam hikâyeyi bitirdiğinde dinleyenlerden, özellikle gençlerden türlü türlü sorular gelmeye başladı. Ejderler hala var mı? Üst deniz ne kadar büyük? Ejder Dağı nerede? Garuda güçlü müymüş yoksa savaş sırasında ölmüş mü? Merak içinde sorulan sorulardı bunlar. Hayatında, dizinin soyulmasından daha büyük acılar yaşamamış çocukların tasasız haykırışlarıydı. Kendisi de böyle bir çocukluk geçirmişti aslında. Çocukluğu boyunca ninesinden hikâyeler dinleyen, Oğuz Kağan’ın, Bükrek’in ve nice kahramanın destansı mücadeleleriyle yaşayan bir çocuktu. Ancak babasının savaşta ölmesiyle büyümek zorunda kalmıştı. Genç yaşında tarla sürmüş, koyun yetiştirmiş, eline kılıç alıp savaş alanında koşturmuştu.
Dört harflik bir kelime tüm hayatını alt üst etmişti. “Ölüm.” Ölüm, şimdi de kardeşinin peşindeydi. Ancak Barlas bu kez hayatının onun elleri tarafından değiştirilmesine izin vermemeye kararlıydı. Bu nedenle uzun bir yolculuğa çıkmış, yağmur, soğuk, kış, kar, kıyamet dinlemeden derdine derman bulmaya çalışıyordu. Bu kez sana izin vermeyeceğim. Bu kez sevdiklerimi elimden almana müsaade etmeyeceğim.
Barlas yemeğini bitirdiğinde, yaşlı adam yeni bir hikâyeye başlamıştı. Tokluğun ve sıcak odunların verdiği hisle mayıştığını hissetti. Doğrudan hancının gösterdiği odaya gitti ve kafayı vurdu. Yataktayken zihninde yankılanan tek bir kelime vardı. Ölüm.
Sabahın erken saatlerinde şehir hareketlenmeye başlamıştı. Kervan trafiği devam ediyordu. Hava kasvetliydi. Kalın bulutlar gün ışıklarının yeryüzüne doğrudan ulaşmasına izin vermiyordu.
Barlas yatağından kalktığı gibi hancıyı buldu ve borcunu ödedi. Hanın bu haşmetli görüntüsünün ve verdiği iyi hizmetin yanında ödediği bedel, devede kulak dahi değildi. Odasında bıraktığı iki parça eşyayı yanına aldı ve vakit kaybetmeden handan çıktı.
Şehrin sokaklarında yürüdükçe havadaki kasvetin sadece bulutlardan kaynaklanmadığının farkına vardı. Sokakların belli bölgelerinde, Barlas’ın dün orada bulunmadığından emin olduğu cenaze çadırları bulunuyordu. Kimilerinin etrafında birçok insan feryat ediyordu. Göğe yükselen çocuklarını, atalarını, kardeşlerini ya da arkadaşlarını uğurluyorlardı. Kimilerinin önünde ise yalnızca kurban edilmiş küçükbaş hayvanlar bulunuyordu. Göğe yalnız yükselenlerdi onlar. Gökyüzünün soğuk rüzgârlarında savrulan, yolunu bulmaya çalışan, yalnız bırakılmış, ya da yalnız kalmış kanadı kırık kuşlardı. Barlas her birinin önünde ayrı ayrı durdu ve Gök Tanrı’ya dua etti.
O anda içinde bir şey hissetti Barlas. Göğsünün sol tarafında, canını acıtan bir sıcaklık. Bu çadırların yerinde olan kişinin kardeşi olduğunu düşündü bir an. Tek başına uçan ufak bir serçe. Yolunu şaşırması muhtemel, çelimsiz bir kuş.[3] Hayır, diye düşündü. Bu kadar erken değil. Benden evvel değil.
Kafasını sağa sola sallayıp cenaze çadırlarının olduğu yerden uzaklaştı. Şehrin aşağısına doğru yürümeye başladı. Hancının tarifine göre bilgenin kaldığı yer aşağı kısımlardaydı. Aşağı sokaklara gitti Barlas. Bilge’nin evine ulaşana kadar gördüğü her sokakta cenaze çadırları gördü, her köşe başında matem çığlıkları işitti. Geride kalanların buruk acısını yüreğinde hissetti. Şimdiye kadar umudunu taşıdığı göğsünde, o yakıcı sıcaklığın farkına vardı. İlk defa kendini bu kadar çaresiz hissediyordu. İlk defa bu kadar işe yaramaz.
Bilgenin yaşadığı yapı, şehirdeki diğer binalara nazaran çok daha basit kalıyordu. Binanın çevresindeki ufak bahçede, çeşitli şifalı otlar bulunuyor, çatısından farklı türlerde sarmaşıklar sarkıyordu.
Binanın kapısına yaklaşıp, kapıyı elinin tersi ile tıklattı. İçeriden bir “Gir!” sesi gelmesi hiç vakit almadı. İçerisi, bu küçük binaya göre oldukça ferah görünüyordu. Bina geniş bir holden ve iki küçük odadan oluşuyordu. Odalarda hastaları kontrol ettiğini tahmin etti Barlas. Çoğu Bilge Evi’ne göre oldukça düzenli bir yapıya sahipti.
“Öksürük ve balgam ha?” diye soruyordu Bilge karşısındaki kadına. “Şu dolaptan bir tutam öksökenotu al. Evet o, sarımtırak olan. Onu kaynat ve iç. Soğuktan kendini sakın. İyice terlemeye çalış. Birkaç güne bir şeyin kalmaz.” Kadın, Bilge’nin her kelimesini içtenlikle dinliyor, kafasını onaylarcasına sallıyordu. Şehirde gerçekleşen bu çok sayıdaki ölümlere rağmen, insanların Bilge’ye olan saygısı ve güveni yerini koruyor gibiydi.
“Ha bir de,” diye ekledi Bilge. “Gök Tanrı’ya dua etmeyi unutma. Şu dönemde ilgilendiğim en ufak şikâyet seninki.” Kadın ayrıldıktan sonra Barlas, Bilge’nin önündeki tabureye oturdu. “Hoş geldin evlat.” dedi Bilge. “Çay ister misin?” Anaç bir kadındı. “Kardeşim hasta.” dedi Barlas, hiç beklemeden. Çaya ayıracak vakti yoktu.
Kadının yüzü birden otoriter bir hava aldı. Gözünde Barlas’ın tam tanımlayamadığı bir şey var. Dermansızlık mıydı? Çaresizlik mi? “Burada mı?”
“Hayır. Getirebileceğim bir durumda değil. Özellikle bulunup bulunmadığını bilmediğim bir dermanın peşinden koşarken.” Bilge, Barlas’ın neyi kastettiğini anladı.
“Kara Hastalık değil mi?” diye yanıtladı. Bu bir soru değildi. Bilge’nin gözlerindeki şeyi şimdi çok daha iyi fark etti.
“Çare bulundu mu? Anam kurtulacak mı? Atam, kardeşim, evladım kurtulacak mı? Bir yıldır bu tür sözlerle yatıp kalkıyorum. Bir yıldır insanlara yardımcı olamamanın kederi ile kahroluyorum. Tüm hayatımı Bilge unvanına ulaşabilmek için çalışarak geçirdim. İnsanlara yardım etmek en büyük arzumken bu hastalık için elimden hiçbir şey gelmiyor oluşu o kadar canımı acıtıyor ki.”
Alnını sıvazladı. Çaydanlığa doğru yürüdü. İki ahşap bardağa çay doldurdu. Birini Barlas’a uzattı.
“Hayır, evlat. Çare falan bulamadım. Elle tutulur hiçbir şey yok. Hastalığı kapan insanlar, bilinçlerini yitiriyor. Sanki derin bir uykudalarmış gibi. Kimi zaman tepki verdiklerine şahit oluyorum gerçi. Ancak bunlar kas seğirmesinden öteye gitmiyor. Nefes alıyorlar, ancak bir karış kıpırdamıyorlar. Kalpleri atıyor, ancak ruhları orada mı bilinmiyor. Elim kolum bağlı, yapabildiğim tek şey ölümlerini izlemek. Zaten kanıma en çok dokunan da bu.”
Barlas, burada derdine derman bulamayacağını şehrin girişindeki mezarları gördüğünden beri biliyordu. Ancak bu sözleri duymak, yine de içini burktu.
“Göğünüz açık olsun.” dedi ve kapıya doğru yöneldi Barlas.
Tam kapıdan çıkacaktı ki “Evlat.” diye seslendi Bilge arkasından. “Bu hastalığa hiçbir Bilge’nin çare bulabileceğini sanmıyorum. Kardeşin bu hastalığa yakalandığına göre, pek vaktinin kalmadığının farkındasındır.” Barlas yüzünü Bilge’ye döndü. Kadın ne geveliyordu?
“Çorak Topraklar’ı duydun değil mi? Orada yaşayan Kındakarbu Kabilesi’nin bir Ulu Bilge’ye sahip olduğu söylenir. Denilenlere göre inanılmaz bilgi ve kudret sahibiymiş. Eğer şehri bırakacak bir halefe ve bu kabileyi arayacak vakte sahip olsaydım, kesinlikle arardım. Ancak böylesine zayıf bir umut için bu insanları terk edemem. Ancak sen, var olmadığından emin olduğun bir derman için, var olduğundan emin olamadığın bir umudun peşinden koşabilirsin. Eğer hala bunun için istekliysen, vaktini onu bulmak için harcamanı öneririm.”
Barlas kafasını salladı ve oradan ayrıldı. İçinde bir umut yeşermişti.
“Önün aydınlık olsun, evlat.” diye fısıldadı kadın, Barlas kapıyı kapatırken.