Çolpan - Bölüm 2: "Derman"

Çolpan - Bölüm 2: "Derman"

Çolpan – Bölüm 2: “Derman”

Aptallık mıydı, yoksa çaresizliğin sebep olduğu bir karar mıydı, emin değildi Barlas. Kendisi kadar çaresiz bir kadının verdiği bir tavsiye, ne kadar gerçekçi, ne kadar mantıklı olabilirdi? Ölümün pençesi ile yüz yüze gelmiş iki insanın birbirine verdikleri avuntulardan öteye gidebilir miydi bu?

Şehirden çıktıktan sonra bu soruları yüzlerce kez sormuştu kendisine. Hala bir umut olduğuna inanmaya çalışmıştı. Çünkü umudunu kaybettiğinde, kardeşini de kaybedeceğinin farkındaydı.

Kış kendisini göstermeye başlamış, karlar diz boyunu geçer olmuştu. Geldiği bu bölge gerçekten isminin hakkını veriyordu. Çevrede hiçbir bitki, hiçbir ağaç gözükmüyordu. Karlar bu geniş, boş düzlüğü tamamen kaplamıştı. Arazi, en az bir çöl kadar kafa karıştırıcıydı. Yaklaşık üç haftadır yoldaydı ve şimdiye kadar rastladığı tek yaşam belirtisi, yolunu kaybetmiş bir sincaba aitti.

Yolculuğu boyunca birçok ufak çaplı tipiye yakalanmıştı. Elleri soğuktan çatlamış, yüzünün bazı yerleri soğuk yanığından nasibini almıştı.

Hava kararmaya başlamıştı. Geceleyin bu yerde yürümenin, gözü kapalı yürümekten hiçbir farkı yoktu. Gözünün alabildiğine karla kaplanmış bu yerde kaybolmamak elde değildi. Hedefine yaklaştığını biliyordu, o nedenle bu riski göze almadı ve kendine gece kalabilmek için uygun bir yer aradı. Nispeten daha az kar olan ve kendini kar yağışından koruyabilecek ufak bir oyuk buldu.

Oyuk onu kar yağışından koruyabilse de, rüzgâr konusunda yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bu çorak arazide rüzgârlar kimi zaman, neredeyse insan derisini yerinden sökecek kadar sert esiyordu.

Barlas sırtını esintiye karşı döndü ve rüzgârın yaşarttığı gözlerini sildi. Ancak gece boyunca gözyaşları akmaya devam etti, böylesine bir rüzgârın dahi sebebiyet veremeyeceği bir şekilde.

O kabileyi bulacağım. Bulmak zorundayım.

***

“… onu?”

“Yamacın aşağısında, bulduğumuzda donmak üzereydi.”

Ağır ağır açtı gözlerini. “Su.” dedi zorlukla duyulan sesiyle. Çadırın öbür yanından gelen ateşin sıcaklığı, sağ tarafını ısıtıyordu. Hayır, sağ tarafını yakıyor gibiydi. Oraya doğru bir bakış attı, ateş çok da yakında değildi. Soğuktan, dedi kendi kendine. Bir süre geçtikten sonra, yüzünü tam seçemediği bir kadın, su dolu bir tas getirdi. Barlas güçlükle başını doğrultup, ateşte ılıtılmış suyu ufak yudumlarla içti. Su bittikten sonra, soğuktan çatlamış dudaklarını yaladı.

“Biraz daha dinlen yabancı. Daha sonra konuşacağız.”

Barlas aslında işini çabucak halletmek istiyordu. Vakit onun için önemliydi. Ancak ne kadar çabaladıysa da ağzından başka bir ses çıkmadı. Çoktan sıcaklığın verdiği etkiyle sızmış kalmıştı.

***

“Ah, uyandın mı?” dedi yaşlı kadın sevecen bir yüzle.

Başını usulca salladı Barlas. Kendini hâlâ biraz halsiz hissediyordu. “Neredeyim ben?”

“Kındakarbu Kabilesi’nin toprakları içerisindesin.”

Barlas gülümsedi. Çatlamış dudakları gerilince canı acıdı. “Sonunda sizi bulabildim.”

“Aslına bakarsan, seni bulan biziz.” dedi yaşlı kadın. O da güzel bir tebessümle karşılık verdi Barlas’a.

“Aç olmalısın.” dedi Bilge. Tahtadan bir kâseye, ocakta kaynayan çorbadan bir kepçe koyup Barlas’a uzattı.

“Teşekkür ederim. Ben Barlas, Kuru Gökyüzü’nden.” Çorba belki de yediği en güzel yemeklerden bir tanesiydi. Özellikle üç haftadır kurutulmuş etten başka bir şey yemediği düşünülürse.

“Güzel bir isim evlat.” dedi yaşlı kadın. “Zira bu devirde kahramanlara[1] pek sık rastlanmıyor .” Kadının çok tatlı bir gülümsemesi vardı. Kendisini ninesinin yanındaymış gibi rahat ve huzurlu hissediyordu Barlas.

“Sanırım kendimi tanıtmadım. Adım Kurday. Beni daha çok Bilge diye çağırırlar. Ara sıra Ulu Bilge sözlerini de işitmiyor değilim gerçi.”

Barlas kadınla bu kadar erken ulaşabildiği için kendini şanslı hissetti bir an. Tabi bu gerçekten erken miydi, yoksa her şey için çok mu geçti emin değildi. Bu kötü düşünceleri kafasından atarcasına başını salladı.

“Buraya gelmenin nedeni nedir yaban-, ah Barlas? Ufak bir yürüyüşe çıktığını falan sanmıyorum. Zira buralarda görülecek pek güzel şey yoktur.” Yine o gülümseme.

“Kara Hastalığı biliyorsunuz değil mi? Çaresi olmayan, insanlara pençesini geçiren ölümün vücut bulmuş hali. Bu illet, şimdi de kardeşime pençesini geçirdi. Aylardır yollarda umut peşinde koşuyorum. Ancak hiçbir derman bulamadım ve bir bilgeden sizin isminizi duydum Ulu Bilge. Gerçi Ulu Bilgelerden sağ kalanların olduğunu bilmiyordum.”

Kadın düşünceli görünüyordu. Barlas’ın konuya böyle çabuk girmesi ve hararetli hararetli konuşması yüzündeki gülümsemeyi donuklaştırmıştı. Tek kaşını kaldırmış bir vaziyette Barlas’ın gözlerinin içine bakıyordu. Ancak o bakışların farklı bir derinliği vardı. Açık kahverengi gözleri sanki Barlas’ın gözlerinde, başka insanların göremeyeceği şeyleri görüyor gibiydi. Uzun bir sessizliğin ardından kadın konuştu.

“Aslında ne o eski bilgeler kadar bilgili hiçbir insanın şu an yeryüzünde bulunduğunu, ne de kendimin bu lakabı hak ettiğimi sanıyorum. Bu nedenle buradaki herkese “Ulu” kelimesini kullanmamalarını tembih ediyorum. Ve senin sıkıntına gelirsek Barlas, bana üç gün ver.” dedi Bilge. Barlas doğrudan böyle bir çözüm önerisine şaşırmıştı. “Senin için bir şey yapabilecek miyim, bir bakalım.”

Kadın çadırdan çıkarken, Barlas çaresizce başını salladı.

“Beş Ulu’nun toplanmasını istiyorum.” dedi Bilge dışarıdaki birisine, Barlas’ın güçlükle duyabildiği bir şekilde.

***

Üç gün boyunca, bir çadırda üç yaşlı adam ve üç yaşlı kadın – ki bunlardan birisi Bilge idi – uzun uzun konuştu. Barlas kimi zaman o çadırdan gelen hararetli tartışma seslerine tanık oluyordu.

İlk gün Barlas Kındakarbu Kabilesi’ni gezmeye başladı. Çadırlar çok kullanışlı bir şekilde dizilmişti. Yerleşim yeri yüksek bir yere kurulmuştu. Şehrin biraz uç kısmında, at ve koyunların tutulduğu bir yapı bulunuyordu. Hayvan sayıları böylesine çorak bir toprağa göre epey fazlaydı. Gayet yaşanılabilir bir yerdi. Şehri gezdikten sonra bu kez dağın çevresinde ufak bir gezintiye çıktı.

İkinci ve üçüncü gününü, daha çok şehir halkı ile vakit geçirdi Barlas. Hemen hemen hepsi, onu çadırlarına davet etti, et ve kımızlarını paylaştı. Tıpkı Bilge gibi, hepsi sevecen insanlardı. Erkekler, savaş anılarını paylaşıyor, kadınlarsa Barlas’ın bile daha evvel duymadığı hikâyeler anlatıyordu.

Ejderlerin Toplantısı’nın bittiği gün, Bilge’nin çadırına çağırıldı.

“Gel Barlas.” dedi Bilge. Yüzünde Barlas’ın anlam veremediği bir ifade vardı.

“Ee, efendim? Yardımcı olabilecek misiniz?”

“Bilmiyorum evlat,” dedi, “Bir yolu var ancak bu senin için epey tehlike teşkil ediyor.”

“Derdimin dermanı olacağını bilsem, yeraltına iner Şahmeran dâhil tüm yılanları öldürürüm.” diye söylendi Barlas kararlılıkla.

“Yapacağın şeyin ondan pek bir farkı yok gerçi.” dedi Bilge. Barlas şaka mı yaptığını yoksa ciddi mi olduğunu kestiremedi.

“Sana bir hikâye anlatmama izin ver Barlas. Gel şu postun üzerine otur, uzun bir hikâye olacak çünkü. Oğuz Kağan’ın hayatını bir de benden dinlemelisin.”

Bilge, Barlas’ın karşısındaki posta oturdu ve huzur verici sesiyle hikâyeyi anlatmaya başladı.

“Şimdiye kadar onun hakkında birçok hikâye dinlemiş ve birçok farklı tasvirlere tanık olmuşsundur. Hikâyelerin ayrıntıları her ne kadar değişse de, değişmeyen tek şey Oğuz Kağan’ın, gerçekten sıradan bir insan olmadığıdır. Seni derin tasvirlerle boğmayacağım. Hikâyeyi olabildiğince kısa anlatmak niyetindeyim. Zaten sabırsızlandığının da ziyadesiyle farkındayım.

“Oğuz Kağan perilerden bile daha güzel bir çocuktu. Yeşile çalan gözleri, ay kadar parlak bir yüzü falan vardı -bunları zaten iyi biliyoruz- kısa geçiyorum. Ancak önemli noktalardan birisi çok hızlı bir gelişimi olmasıydı. Altı ay sonrasında altı yaşındaki bir çocuk kadar büyüdü, bir yıl sonrasında ise erkekliğe adım atmış bulundu. Kolu ve bacağı müthiş kuvvetli, omzu ve göğsü inanılmaz derecede güçlüydü. Doğuştan ata, kılıca ve yaya yatkınlığı vardı.

“Bir gün Oğuz Kağan Ulu Orman’a gidip, o dönemde çok korkulan ve şu anda denk gelmiş olsak, bir grup insanın dahi başa çıkamayacağı boynuzlu aygırı, kılıcının temiz bir darbesi ile öldürdü. Halkın yıllarca kâbusu olmuş bu hayvan, Oğuz’un gelişiyle bir kâbus olmaktan çıktı.

“Bir gün Oğuz Kağan, bir yerde Tanrı’ya yalvarıyordu. Hava birden karardı, ya da gökten aşağı inen mavi ışık huzmesi o kadar parlaktı ki, güneş ışığı Dünya’yı yeterince aydınlatamaz gibi göründü. Oğuz Kağan kararlılıkla ışığa doğru yürüdü. Işığın içinde dünyalar güzeli bir kız oturuyordu. Yüzü en parlak yıldızlardan daha parlaktı. Bembeyaz bir teni vardı. Oğuz Kağan onu görünce aklını şaşırdı, aşkın ateşiyle yanar oldu. Onu sevdi, aldı ve dileği oldu. Kız gebe kaldı.

“Günler ve geceler geçti. Haftalar ve aylar geçti. Kızın sancıları tuttu. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne Yıldız dediler.

“Günlerden bir gün, Oğuz Kağan ava gitti. Bir gölün tam ortasında kocaman bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız yalnız başına oturuyordu. Gözü gökten daha maviydi. Kız o kadar güzeldi ki, Oğuz Kağan gözlerini ondan alamıyordu. Oğuz Kağan kızı görünce onu sevdi, aşka tutuldu. Onu aldı, dileği oldu ve kız gebe kaldı.

“Günler ve geceler geçti. Haftalar ve aylar geçti. Kızın sancıları tuttu. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz dediler.

“Oğuz Kağan bir gün yine ava gitti. Bir anda güneşin önüne bir şey geçti ve dünya karanlıklara büründü. Yerin altından siyah bir ışığın geldiğini fark etti Oğuz Han. Çukura doğru yaklaşınca şimdiye kadar rastladığı en güzel kızı gördü. Saçları beline kadardı. Teni esmer, gözleri simsiyahtı. Dişleri inci gibi parlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce dili tutuldu, aşka geldi. Onu sevdi, aldı ve dileği oldu. Kız gebe kaldı.

“Günler ve geceler geçti. Haftalar ve aylar geçti. Yıllar yılları kovaladı. Bir erkek çocuk doğurdu.”

“Nasıl yani? Oğuz Kağan’ın bir çocuğu daha mı vardı?” diye araya girdi Barlas.

“Ah, evet öyle. Ancak bunu bilen bir avuç insan kaldı geriye. Biz onlara Beş Ulu diyoruz. İşin aslı bu sırrı bilenlerin sayısını, kabilenin bilgesi de dâhil olmak üzere altı kişide sabit tutuyoruz, bazı nedenlerden ötürü.”

Barlas’ın kafası karışmıştı. “Sonuçta hepsi gibi sıradan bir hikâye bu. Oğuz Kağan’ın yedinci bir çocuğu olması benim için şu anda bir şey ifade etmiyor. Hastalıkla ne ilgisi olduğunu anlayamıyorum.”

“Ah, edecek evlat, birazdan anlayacaksın.” dedi Bilge. Hikâyeye devam etmeye başladı.

“Çocuk daha çok annesine benziyordu. Esmer bir teni, kapkara gözleri vardı. Daha doğduğunda, dişlere sahipti. Oğuz Kağan’ın diğer oğullarından farklı olarak, tıpkı babası gibi müthiş hızlı bir gelişimi vardı.

“İki yıl geçmeden yetişkin bir erkek boyutlarına geldi. Babasının hızlı gelişim özelliğine sahipti ancak Oğuz Kağan ile başka hiçbir ortak noktası yoktu. Ne yapılı bir vücudu vardı, ne de uzun bir boyu… Ne babası gibi kılıç sallayabiliyordu ne de ata binebiliyordu. Ne yay gerebiliyordu ne de konuşabiliyordu. Saçları karaoslak otundan daha kıvırcık ve siyahtı.

“Kardeşleri ile kıyaslandığında çok vasıfsız biriydi. Günlerden bir gün, onlarla birlikte savaşa katıldı. Tüm insanlar savaşırken o, güçlükle üzerinde durduğu atının üzerinde savaşanları izliyordu. Çocuğun siyah gözlerinin savaşta siyah inciler gibi parladığı söylenir. O savaştan sonra çocuk çok değişti. İlk defa eline kendi isteğiyle kılıç aldı. İlk defa kendi isteğiyle yay gerdi. İlk defa bir kalkan aldı eline. Ve ilk defa ağzından bir kelime çıktı.”

“Neydi o kelime?” diye sordu Barlas merakla.

Bilge şöyle bir duraklayıp, soluklandı. “Ölüm.” dedi sessizce.

Barlas ürperdiğini hissetti. Dünyada ölümün olmadığı bir yer bulabilecek miyim?

“Çocuk her ne kadar bunları kullanmak istese de, yatkınlığı yoktu. Ne kadar denerse denesin, halkı arasında alay konusu olmaktan öteye gidemiyordu. Oğuz Kağan diğer oğullarına yönelmesi gerektiğini biliyordu.”

Bilge, türlü bitkilerle yapılmış çayından bir yudum aldı.

“Oğuz Kağan, bir gün gördüğü bir rüya vesilesiyle, altı oğlunu bir yolculuğa yolladı. İlk üç oğlunu doğu tarafına, diğer üç oğlunu da batı tarafına gönderdi. Son oğlu tahmin edebileceğin gibi evde kaldı.

“Gün, Ay, Yıldız, birçok hayvan avladılar. Günlerce babalarının söylediği söz doğrultusunda dolaştılar. Ve bir gün altından bir yay buldular. Yayı babalarını verdiklerinde Oğuz Han gülümsedi. Çocuklarına baktı, ‘Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göklere atın!’ dedi.

“Aylar geçti. Gök, Dağ ve Deniz, tıpkı diğer kardeşleri gibi birçok hayvan avladılar. Birçok yer gezdiler. Ve bir gün, üç gümüş ok buldular. Okları babalarına götürdüklerinde Oğuz Han güldü, mutlu oldu. Çocuklarına baktı, ‘Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı, sizler göğe varan oklar gibi olun!’ dedi.”

Barlas düşünceli görünüyordu. “En ufak çocuğun yeri ne peki bu hikâyede? Şimdi fark ettim de, onun adını bile söylemedin.”

“Büyükler yaydı, küçüklerse ok. O ise yayları bozan, okları saptırandı. Bunu başaramadı gerçi.” Bilge’nin yüzü ciddileşti. “Çocuğun ismiyse asla anılmadı.”

“Neden? Sırf kılıç kullanamıyor diye mi? Sırf ata binemiyor, yay tutamıyor diye mi?”

“Oğuz Kağan nasıl öldü biliyor musun?” diye soruya soruyla karşılık verdi Bilge.

Barlas biraz duraksadı. Sorusuna cevap beklemesine rağmen önce Bilgeninkini yanıtladı.

“Birçok kez dinledim ancak her seferinde sonu değişiyordu doğrusu. Ninem bir savaşta kabileden birini korumaya çalışırken öldüğünü söyler. Bir diğer hikâyeye göre ise yüzlerce adam öldürdükten sonra, aldığı onlarca kılıç darbesi sonucunda öldüğü rivayet ediliyor. Hatta kimilerine göre öldüğünde bedeni yere dahi yıkılmamış. Naaşı da, hayatı gibi dosdoğruymuş. Ancak kesin bir şey söyleyemem.”

“Aynen öyle. Kesin bir bilgi yok. Anlatılan hikâyelerin birçok açığı, birçok değişken noktaları var. Oğuz Kağan’ı öldüren son oğuldu.”

“Nasıl?” diye sordu Barlas şaşkınlığını gizleyemeden. “Kılıç dahi tutamayan bir adam, nasıl öyle yiğit bir adamı öldürebilir?”

“Hikâyenin tamamını biz dahi bilmiyoruz. Ancak kesin olarak bildiğimiz ikinci şey ise, Oğuz Kağan’ın son eşinin kim olduğudur.”

Barlas bir şey demedi. Bilge’nin cümlesini tamamlamasını bekledi sessizce.

“Erklig Han.” diye fısıldadı kadın, güçlükle duyulan bir şekilde.

Çadıra ölüm sessizliği hâkim oldu. Şeytanın ismini duymak Barlas’a fazla gelmişti.

Şeytan. Oğuz Kağan. Bir çocuk. 

Barlas’ın zihnindeki çarklar hızlıca dönmeye başladı.

Gümüş ok. Altın yay. Bir çocuk. 

Bilge’nin kardeşini kurtarmanın bir yolunu söyleyeceğini düşünmüştü. Ancak gelgelelim Bilge yalnızca ona bunu anlatmıştı. Büyük bir hikâyenin kaybolmuş küçük ama belki de en önemli parçasını.

Hastalık. Ölüm. Geçersiz kurbanlar. Bir çocuk.

Çarklar durdu. Barlas zihnini toparlamaya çalıştı. Ağzı kurumuş, pelte pelte olmuştu.

“Hastalığın sebebi o çocuk değil mi? Onun şerri, dünyaya dokunuyor öyle mi?”

Bilge sessizce başını salladı. “Şahmeran’ı öldürecek kadar ileri gidebilirim demiştin evlat. Peki gerçek kötülükle de aynı yüreklilikle yüzleşebilecek misin?”

Barlas “Evet!” diye çabucak atılmayı isterdi. Ancak hiçbir şey diyemedi. O eski çadırın içerisindeki hava yüreğini sıkıyor, zihnini allak bullak ediyordu. Gerçeklik ve efsaneler birbirine girmişti. Çıktığı bu yolda ilk kez korktuğunu fark etti. İlk kez kendi umut ateşinin, kendi canını yaktığını hissetti.

“Anlıyorum evlat.” dedi Bilge uzun süren sessizliğin ardından. “Bir anda böylesi bir hikâyeyi hazmetmeni ve üstüne böylesine zor bir karar vermeni beklemek aptallık olur. Evet, bunu tahmin etmiştik. Kararını vermen için üç günün var. Üç gün sonra buradan ayrılacaksın. Ya şeytana doğru ya da cenaze çadırına doğru…”

Yapacağım diye içinden yüzlerce kez tekrar etti Barlas. Ancak sesi çıkmadı.

***

Barlasın en zor verdiği kararlardan birisiydi. Şeytanın oğlu ile yüzleşmek, kardeşinin tek kurtuluş ümidiydi. Kafası allak bullaktı. Gerçekten böyle bir kişi mevcut muydu?

Eğer yalansa kardeşi için hiçbir ümit yoktu, ölecekti. Eğer gerçekse kendisi için bir umut yoktu, ölecekti. Kötü bir ikilemdi; iki tarafı boklu değnek, kabzası kendisinden keskin kılıçtı. Üç günün ardından -Bilge’ye kararını bildirip- şeytanın yanına doğru yolculuğa çıktı Barlas. Kaderin cilvesine bak ki, bir şeytanın şerri yetmezmiş gibi, bir de başka bir şeytanın şerri onu bekliyordu.

Sangal’ın yarattığı dağa, Ejder Dağı’na gidiyordu.


[1] Barlas Eski Türkçe’de kahraman anlamına gelmektedir.