Çolpan - Bölüm 3: "Ölüm"

Çolpan - Bölüm 3: "Ölüm"

Çolpan – Bölüm 3: “Ölüm”

Hava soğuktu. Kış, tam anlamıyla gelip çatmıştı. Rüzgârlar inanılmaz derecede artmış, hava insanın kulaklarını düşürecek kadar soğumuştu. Ancak Barlas bu kez Bilge tarafından hazırlanmıştı ve çevre koşullarına hazırlıklıydı.

Kabileden ayrılalı yaklaşık bir ay kadar olmuştu. Bilge’nin dediğine göre Ejder Dağı’nın yalnızca efsanelerde kalmasının nedeni büyük dağ sıralarının arasında kaybolup, dağın gerçekten var olduğunun farkında olmayan insanların ancak çok büyük bir şans eseri o dağı bulabilmesiydi. Tabi buna şans denebilirse. Zira yine Bilge’nin dediğine göre, o dağa varıp da geri dönebilen olmamıştı.

Barlas’ın bu büyük dağlara tırmanışı inanılmaz eziyetli bir işti. Dağların yüzeyinin çoğu kısmı çıplaktı ve bu bölgelerde tutunacak bir dal, bir ağaç kökü bulamadığı gibi, kardan kayganlaşmış yüzeyler de ona epey sıkıntı yaşatıyordu. Dağlara tırmanırken bir iki defa düşme tehlikesi yaşadığı da oldu.

Tırmandıktan sonra, orada bir gece dinlenmeye karar verdi. Dağın üst yüzeyi diğer yerlere göre çok daha soğuktu. Ancak Barlas’ın şansına tırmandığı yerin yakın tarafında hayvanlar tarafından terkedilmiş bir mağara vardı. Ayrıca dağın biraz içerilerinde de kırılmış, kuru ağaç dalları bulmak mümkündü. Geceleyin, geçenki gibi bir donma tehlikesi atlatması hiç işine gelmezdi.

Ateşi yakması biraz uzun sürdü. Köksöken mantarını bulmak, hele ki böylesine karın altında, epey zordu. Ancak Barlas mantarın nerede bulunacağını çok iyi biliyordu. Bu nedenle çoğu kişinin karlar eriyene kadar bulamayacağı bu mantarı güneş batmadan evvel bulabildi. Mantarın orta katmanı esnek, çabuk alevlenen özel bir yapıya sahipti. Bilge’den edindiği çakmak taşını, mantardan kestiği ince halkaya sardı. Kılıcının arka tarafıyla çakmak taşına hızlı ve sert darbeler indirdi. Taştan çıkan kıvılcım, mantara yapışıp közlenmeye başladığında, közü ufak üflemelerle canlı tutmaya çalıştı. Rüzgâr sert estiği için köz birçok defa söndü. Ancak birkaç deneme sonra önceden topladığı çabuk yanabilen otlarla közü birleştirmeyi başardı. Bu, odunları tutuşturmak için yeterliydi.

Ateşin verdiği sıcaklık eşliğinde taş oyuğuna kıvrıldı ve uykuya daldı Barlas. Belki de bu geçireceği en rahat uykuydu.

***

Dağın inişi, en az çıkışı kadar zordu. Keskin yamaçlar, dar patikalar ve kardan kayganlaşmış bir zemin. Burada ölme olasılığının çok daha yüksek olduğunu düşündü.

Aşağılara indikçe seyrelmiş hava tekrar normal seyrine dönüyordu. Nefes almak kolaylaşmıştı. Kendini daha iyi hissediyordu. Dağı inmesi tam bir gün sürmesine rağmen, buradan sonrası ona pek bir sıkıntı yaşatmadı. Hava karardığında dağın yamacında bir ateş yakmış, kurutulmuş etlerini kemiriyordu. Çok geçmeden karların nispeten az olduğu bir yerde yakmayı başarabildiği ateşin kenarını kıvrıldı.

Barlas uyandığında sabah çoktan olmuştu. Ancak burada, gece fark edemediği garip bir şeyler fark etti. Gökyüzü her ne kadar kapalı olsa da, hava bir kış sabahı için oldukça karanlıktı. Belirlenen yoldan Ejder Dağı’na doğru yürüdükçe, hiçbir yükselti olmaksızın havanın tekrar seyrelmeye başladığını hissetti.

Ejder Dağı zorlukla da olsa Barlas’ın bulunduğu bölgeden görünebiliyordu. Dağa yaklaştıkça etrafta zaten nadir görülen hayvanların da tamamen ortalıktan kaybolduğunun farkına vardı Barlas. Hava gittikçe kararıyor gibiydi. Etrafta görülebilen tüm bitkiler solmuş, canlılıklarını yitirmişti.

Ejder Dağı’nın eteklerine vardığında orada uğursuz bir şeyler olduğunun farkına vardı. Tam olarak açıklayamadığı bir şeydi bu. İnsanın içini gıdıklayan, huzursuzluk verici bir histi.

Dağın eteklerinde tek sağlam ağaç yoktu. Hepsinin yaprakları sararmış ve çürümüştü. Ancak ilginçtir her yaprak dallarında duruyordu. Tıpkı döşeğinde ölümü bekleyen bir hasta gibi.

Bu ağır havanın onlardan kaynaklandığını tahmin etti Barlas. Ölmeye yüz tutmuş yaşayan yapraklar. Havaya hâkim olan pis soluklar. İçerilere ilerledikçe karanlık ve içinde uyanan tedirginlik duygusu artıyordu. Bulutların sebebiyet vermediği aşikâr olan bu karanlık, ciğerlerine işliyordu.

Ağaçlara dikkatle baktığında ağaçların dallarında ve yapraklarında birçok kurdun bulunduğunu da fark etti. Normallerine göre daha sarımtırak, hastalıklı birer renge sahiptiler. Hiç de hassas olmayan midesinin içeride çalkalandığını hissetti Barlas. Gerçi içeride kuru et ve sudan başka çalkalanacak bir şey yoktu.

Çürük ormanın derinlerine doğru gitmeye başladı.

Yıllardır dinlediği hikâyeyi düşündü. Bükrek’in keskin darbesini ve Sangal’ın feryadını. Böylesine bir dağı yaratmak için ne kadar acı çekmek gerekiyordu? Hayal bile edemiyordu.

Yürürken bir yandan da yaşadıklarını düşünüyordu. Ömrü boyunca sıkıntılar yaşamış, kollarında birçok arkadaşının ölümünü izlemişti. Savaşta, birçok defa ölümcül yaralar almış, uzuvlarını kaybetme tehlikesi yaşamıştı. Savaş alanı ona hayatın kıymetini öğretmişti. Ancak şu anda, hayatının o kurtlarınkinden bile daha değersiz olduğunu düşünüyordu. Ve hayatına ancak bu hastalığa bir çare bularak bir anlam yükleyebilirdi.

Hava neredeyse tamamen kararmıştı. Henüz öğlen vakti olmasına rağmen, gökyüzü alacakaranlıktı. Yolunu görmekte zorlanmaya başladı. Elindeki tek mumu harcamak istemediğinden, şimdilik yoluna yarı kör devam etmeye karar verdi. İlerledikçe birçok taşa, birçok ağaç köküne takılıp yalpalıyordu. Birkaç defa düşüp dizini ve avuç içlerini soydu. Ve zifiri karanlığa adımını attı. Artık gözleri hiçbir şey göremez olunca, mumunu yakmaya karar verdi Barlas. Bir kıvılcım elde edebilmek için arta kalan mantarı kullandı.

Hiç durmadan devam etti yoluna. Belki günler, haftalar geçti. Durmadan ilerledi. Burada zaman oldukça çarpıktı. Ona haftalar geçmiş gibi gelmesine rağmen elinde tuttuğu mum hiç azalmamıştı. Evet, yorulmuştu. Üzerinde bir haftanın değil bir ayın yorgunluğunu hissediyordu. Ancak vaktin daha bir saati geçmediği de aşikârdı. İşte o an artık karanlığın bir parçası olduğunun korkuyla farkına vardı. Burada ne kadar vakit geçirirse, kat kat yaşlanacağını, şu ağaçlar gibi ayakta çürüyeceğini ve neden buraya gelenlerin geri dönemediğini anladı. Karanlığın içinde yüzlerce yıl yürümüş yine de dağın çıkışını bulamamış olabilirlerdi. Çoğunun elinde bir mum bile yoktu muhtemelen.

Barlas kafasından bu düşünceleri uzaklaştırdı ve onu bulmaya odaklandı. Bu işi çok geç olmadan bitirmeliydi.

Yürüdü. Daha derinlere doğru ilerledi. Geri dönüşünün olup olmayacağını bilmiyordu. Yapması gereken tek şey Adı Anılmayan’ı –O’na bu ismi vermişti- bulmaktı. Birçok eğimli yoldan çıktı, birçok dar patikalardan geçti. Gördüğü her su birikintisi zift kadar siyah ve bulduğu her bitki O’nun ruhu kadar çürüktü.

Aylar, yıllar geçti. Mumun titreyen alevi eşliğinde yürürken, gerçekten ilerleyip ilerlemediğinden dahi şüphe etmeye başladı Barlas. Tüm bunlar bir hayal miydi? Yaptığı şeylerin bir gerçekliği var mıydı? Çıldırmamak elde değildi.

İlerledi, ilerledi. Derisinin buruştuğunu hissetti. Ciğerlerinin bu pis havayla çürüdüğünü, gözlerinin artık görme yetisini kaybettiğini fark etti. Aklını yitirdiğini, beyninin o hastalıklı kurtçuklar tarafından yendiğini zihninde canlandırdı.

Çok uzun bir yürüyüştü. Geri dönüşü olmayan bu yolda, pes etmek bir seçenek değildi. Bu nedenle yoluna devam etti. Sanki dağ onunla kafa buluyordu.

Ve zihninde eski anılara ait sesler duymaya başladı bir süre sonra. Ölen arkadaşlarının seslerini, kız kardeşinin “Ağabey!” deyişini duydu. Ninesinin destansı hikâyelerini, babasının savaşa giderken ki son sözlerini duydu. “Onlar sana emanet evlat.”

Bu, zihnin burada hâkim olan korkunç sessizliğe karşı aldığı bir önlemi miydi, yoksa tüm bunlar saf delilikten mi ibaretti bilmiyordu. Ancak bu seslerden memnundu, en azından bazılarından.

Barlas’a iki hafta gibi gelen bir süre kadar sonra, nihayetinde kafasındaki seslerden başka bir ses duydu Barlas. Bir insan gülüşüne benziyordu. Ancak bunda insanın tüylerini diken diken eden garip bir şey vardı. Sese doğru yürümeye başladı. Hedefine yaklaştığını hissediyordu.

Ancak ne kadar yürürse yürüsün ses asla yaklaşmıyor, o kahkahalar hep aynı uzaklıktan Barlas’ın kulaklarına geliyordu. Barlas artık bu kimse, onunla oyun oynadığının farkına varmış ve bu sevimsiz oyundan ziyadesiyle sıkılmıştı. Sinirleri bozulmuş halde karanlığa doğru haykırmaya başladı. Bir işe yaramayacağının farkındaydı. Gerçekten de işe yaramadı zaten. Yine günler boyunca o sesin peşinden gitmek zorunda kaldı.

Tam artık sesi bırakıp farklı bir yöne doğru yürümeye niyetlenmişken karanlığın içinde kımıldayan bir şey fark etti. Bu kararı daha evvel verse, daha önce onu görebilecek miydi diye düşündü bir an. Çok geçmeden bu anlamsız düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Karşısındaki şeyin ne olduğunu bilmiyordu ve böyle bir düşünceyle kafasını meşgul etmenin hiçbir anlamı yoktu.

Gördüğü şeye doğru ilerledi. Mum ışığı onun üzerine gitmiyor gibiydi. Sanki etrafındaki bir şey tüm ışığı tutuyor, ona ulaşmasını engelliyordu. Barlas yaklaştı ancak çok fazla değil. Elini kılıcının kabzasına koydu. Öbür elinde mumunu tutuyordu.

Karanlığın içerisinde bir şey kıpırdıyordu. Kahkahaların ondan geldiğine şüphe yoktu. Barlas cesaret edebildiğince şekle doğru yaklaştı. Kalbi, yeni yakalanmış bir serçenin kalbi kadar hızlı atıyordu.

Artık şekille arasında yalnızca on adımlık bir mesafe vardı. Seçebildiği kadarıyla karartı, başını aşağı eğmiş bir insana aitti. İçini ürperten kahkahalar bir anda kesildi. Günlerce süren kahkaha seslerinden sonra aniden gelen sessizlik, çok daha ürkütücüydü.

Şeklin başını kaldırdığını fark etti Barlas. Her ne kadar göremese de, onun kendisine baktığını hissedebiliyordu. Şekil ona yaklaşmaya başladı. Adım adım yaklaşıyordu.  Barlas’ın kalbi yerinden çıkacak gibiydi.

“Uzun zamandır buralara kimse adımını atmamıştı.”

Şekil Barlas ile arasında beş adım mesafe kala olduğu yerde durdu.

“Ah, o kadar uzun zaman oldu ki. Yalnızlık çok kötü bir şey. Gerçekten.”

Adamın uzun zamandır konuşmamaktan kaynaklanan, çatallaşmış bir sesi vardı. Barlas ne diyeceğini bilemiyordu. Kılıcını çekip doğrudan başını kopartmalı mıydı, yoksa beklemeli miydi?

“Ah, sakin ol. İki insan gibi konuşabiliriz değil mi? Dahası, beni öldürmenin kardeşin için pek de faydalı bir şey olacağını sanmıyorum.”

Barlas bu kez gerçekten şaşırmıştı. Tabi şu ana kadar yaşadıkları yenir yutulur cinsten şeyler değildi ancak adamın bu söylediği şey, çok can sıkıcıydı. Bu da ne demek oluyordu? Kardeşini nereden biliyordu? Onu tanıyor muydu yoksa?

“Sakin ol. Tedirgin olduğunun farkındayım. Amacım seni korkutmak değil. Ah, şöyle bir düşündüm de, ortam pek de huzur verici sayılmaz, değil mi? Epey karanlık gerçekten.” Güldü.

Ortalık bir anda aydınlandı. Bir kamp ateşi yoktan var olmuştu adeta. Gözleri o kadar süredir karanlıktaydı ki, bu ani ışık neredeyse onu kör etti. Barlas refleksle kılıcını belinden sıyırdı. Her ne kadar göremiyor olsa da, bir insanın kılıcını çekmiş bir adama saldırmaya tereddüt etmesi muhtemeldi. Ancak adam yerinden kıpırdamamıştı bile. Barlas ışığa alışınca, elini gözlerinin üzerinden çekti. Adama şöyle bir baktı. Sıradan birine benziyordu. Kıvırcık siyah saçları ve sıradan esmer bir teni vardı. Kısa boyluydu, yaşıtı erkeklerle kıyaslandığında çelimsiz denecek bir vücuda sahipti.

“Böylesi daha iyi ha?” dedi elinde salladığı alevi göstererek.

Barlas gözlerine inanamadı. Adam elinde kocaman bir ateş parçası tutuyordu! Ateş parçası! Elinde! Kafasını tekrar toparlayabildiğinde, adam ile arasına kılıcını soktu. Normal birisi olmadığı aşikârdı. Dikkatli olmak zorundaydı.

“Adı Anılmayan sensin değil mi?” diyebildi, zorlukla.

Adam içten içe kahkahalarla sarsıldı ancak Barlas’ın sorusunu duymazdan geldi.

“Yorulmuş olmalısın, gel otur şöyle.” dedi kıkırdayarak. Barlas’a az ilerideki iki geniş kütük parçasını gösterdi.

Normalde böyle bir teklifi asla kabul etmezdi. Çünkü oturmak demek kılıç kabiliyetinin neredeyse tamamını kaybetmek demekti. Ne bacaklarından güç alabilirdin, ne de kollarındaki gücü tam olarak kullanabilirdin. Bir de eğer böylesine bir düşmanla karşı karşıyaysan, saldırı ve savunma gücünü kaybetmek, bir seçenek dahi değildi. Bilmediği bir nedenden dolayı, bacaklarındaki kuvvetin çoktan onu terk ettiğini hissetti Barlas. Az evvel, daha günlerce yürüyecek güce sahip bacakları, şimdi tir tir titriyordu. İstemeye istemeye kütüklere doğru yol aldı. Ancak kılıcını elinde tutmaya devam etti.

“Sen, Adı Anılmayan’sın değil mi?” diye yineledi Barlas kütükten destek alıp, kılıcını sıkıca kavrayabildiğinde. Aslında bu bir soru değildi. Yalnızca emin olduğu bir şeyi bir de onun ağzından teyit etmek istemişti. Gördükleri zaten onun kim olduğunu anlamasına yetmişti.

Adamın dudakları kıvrıldı. “Demek bana bu ismi taktılar ha. ‘Adı Anılmayan.’  Ne kadar da kaba.”

Barlas, Bilge’nin dediklerini düşündü. Erklig Han’ın oğlu. Doğuştan şer ile yıkanmış bir beden ve zihin. Tarihte ağza anılmayacak şeyler yapmış ve yasaklanmış bir isim. En önemlisi de ölümsüz bir insan. Ancak “insan” bu adamı tanımlamak için yeterli bir kelime miydi emin değildi Barlas. Lakin tüm bunları düşünebilmesine rağmen, onun yanında nasıl bu kadar rahat olduğuna anlam veremiyordu. Bu çürümüş ve zifiri karanlık ormanın içinde, adamın elinden çıkan ateşin ışığıyla, şeytanın oğlu ile göz göze oturuyordu. Ve en ufak korku ve huzursuzluk hissetmiyordu. Gerçekten delirmeye mi başladığını merak etti.

“Huzursuz olmanı gerektirecek bir şey yok. Burada güvendesin.”

Barlas gerçekten anlamsız bir şekilde güvende hissediyordu.

“Kardeşin için üzüldüm, gerçekten.” dedi adam. Hüzünlü bir hali yoktu, dudakları hala uğursuz bir şekilde kıvrılmış duruyordu.

“Bunu nereden biliyorsun?” diye sordu Barlas. Az evvel de kardeşi ile ilgili bir yorumda bulunmuştu. Adam sorusunu yine yanıtsız bıraktı. Sanki az evvel hiçbir şey söylememiş gibi Barlas’ın yüzüne bakıyordu.

“Adı anılmayan.” diye tekrar etti adam. Açık açık sırıtıyordu bu kez.

“Çocukluğumdan beri, hiç sevilmedim. Ata binemedim, yay geremedim ya da kılıç kuşanamadım. Aptal bir çocuktum, konuşamıyordum. Kardeşlerim benden daha yiğitti ve ben onları kıskanıyordum. Hasedimden çatlıyor, onlara yetişmeye çalışıyordum. Tüm kabile benimle alay ediyordu. Ve ben de bir gün delirip babamı öldürdüm. Ne kadar acıklı bir hikâye değil mi?”

Adamın yüzündeki o sırıtış, Barlas’ın içindeki tüm güven duygusunu yerle bir eden gür bir kahkahaya dönüştü.

“Gerçekten babanı öldürdün mü?” diye sordu Barlas.

“Ah, evet. Ancak bir sinir krizi ile değil.”

“O halde neden?” diye sordu Barlas.

“Bir nedeni yok. Onu öldürebiliyor olduğum için öldürdüm.”

“Gök Tanrı’dan hiç korkmadın mı?”

Adam bir kahkaha daha patlatıverdi. Hayır, artık emindi, bu normal bir kahkaha değildi, bir insana ait olamazdı. Barlas o anda karanlığın üzerine çöktüğünü hissetti.

Adam hâlâ kahkaha atıyordu. “Tanrı mı?” diye sordu bağırarak. Adamın ne yapacağını kestiremiyordu Barlas. Deminki o sakin adam, şimdi bambaşka bir şeye dönüşmüştü.

“İnsanlar Tanrı’dan korkmaz!” dedi. “Korkunun ta kendisi Tanrı’dır.” Çıldırmış gibiydi. Gözleri bir o yana bir bu yana dönüyor, elindeki ateş parçasını sağa sola deli gibi sallıyordu.

“Ve ben sizin en büyük korkunuz olacağım!” diye haykırdı.

Adam hâlâ gülüyordu. “Aciz bir çocuk. Beceriksiz, pısırık. Dışlanan bir velet. Hepsi benim uydurmam. O Yıldız’ın soyundan gelen Bilge de, Beş Ulu dedikleri de her şeyden habersiz, benim onlara verdiğim yemleri yutuyorlar yalnızca. Siz insanları kontrol etmek ne kadar da kolay! Ben büyük bir güçle doğdum. Tıpkı babam gibi, çok hızlı bir gelişim gösterdim. Ağabeylerimden daha iyi kılıç kullanıyor, daha iyi ok atıyor ve daha iyi ata biniyordum. Savaşlarda herkesten daha çok adam öldürüyordum. Ve evet, bunu kimse bilmese de ben Şeytan’ın oğluydum. Ve onun gücünden de bir parça aldım.” Adam babam kelimesini tükürürcesine telaffuz etmişti.

Elinde tuttuğu ateşi inanılmaz boyutlara ulaştırdı. Ve ormanın büyük bir kısmını ateşe verdi. Alevler o kadar sıcaktı ki, Barlas geri çekilmese derisi kavrulacak, gözleri eriyecekti.

Adam o anda, sol elinde bir su kütlesi yarattı. Muazzam su kütlesini alevlerin üzerine doğru döktü. Tüm alevler bir tıs sesiyle sönüverdi ve tüm orman yine zifiri karanlığa büründü.

“Ve bana Çolpan dediler!” Ses derin ormanda yankılandı.

Barlas karanlıkta korkudan titriyordu. Bacağının yandığını hissetti. Dağları inletecek bir haykırış kopardı. Bacağı yanıyordu ancak herhangi bir alev ya da ışık görülmüyordu. “Hiç Kara Alev’i[1] duymuş muydun? Erklig’in Güneşi’ni?”

Sol kolunun sert bir darbeyle kırıldığını duydu. Zifiri karanlıkta darbelerin nerelerden geldiğini bilmiyordu. Ancak o siyah gözlerin tam üzerinde olduğunun farkındaydı.

“Sizler,” dedi Çolpan, “Sizler benimsiniz. Benim leke sürülmemiş, istediğim renge boyayabileceğim parşömenlerimsiniz. Sizlere istediğim şeyi yaptırabilir, istediğim şeyleri düşündürebilirim. Zihinlerinizi okuyabilir, duygularınızı yönetebilirim. Sizleri öldürebilirim ve yeniden diriltebilirim. Ben, sizin Tanrı’nızım. Ben sizin efendinizim!”

Adam delirmişçesine bağırıyordu. Barlas sol kolunun koptuğunu anladı. Bağıracak takati kalmamıştı. Bu canavara karşı hiçbir şansı yoktu. Gözlerinden dökülen yaşların farkına vardı. O yaşlar, çektiği acıdan dolayı değildi. Buraya zaten bunları göze alarak gelmişti. O yaşların nedeni kız kardeşiydi.

“Asırlardır burada, doğru anın gelmesini bekliyorum. Ve daha asırlarca bekleyeceğim.”

Darbelerin ardı arkası kesilmiyordu.

“Bir gün, kendimi göstereceğim. İnsanın insana acımadığı, milletin, ailenin, atanın bir kıymetinin kalmadığı, kardeşin kardeşi öldürdüğü bir gün kendimi göstereceğim. Ve siz sefil insanlara hükmedeceğim.”

Barlas, artık sonunun geldiğinin farkındaydı. Ölümü artık kabullenmişti. Ve o son darbe geldi. Ya da geldiğini sandı. Ormanın her tarafı bir anda ışımaya başladı. Gün ışığı ormanın derinliklerine daldı, karanlığı yardı. Zar zor açık tutabildiği gözleriyle mavi, bulutsuz gökyüzünü gördü. Ve bir ses duydu. Yaşamı boyunca duyduğu en güzel sesi. Çevresine baktı, ağaçların canlandığını fark etti. Çürümüş dalların ve yaprakların tekrar yeşillendiğini gördü. Üzerlerindeki sarımtırak kurtların, altın kanatlı kelebeklere dönüştüğünü fark etti. Dağın inlediğini, tüm şerrin akıp gittiğini hisseti.

Ve Çolpan’ı gördü. Pür dikkat gökyüzünden süzülen ışık huzmelerine bakıyordu. O anda onun da bir insan olduğunu, etten ve kandan oluştuğunun farkına vardı Barlas. Her ne kadar üstün güçlere de sahip olsa, onun da ölebileceğinin gerçekliğine vardı. Yere düşürdüğü kılıcını, damarlarında kalmış son kuvvetle savurdu.

Ve onun kafasından dökülen kanı gördü. Sağ gözünden fışkıran, yerlere saçılan kırmızı sıvıyı. Iskalamıştı. Derman kalmamış kollarından kılıcını düşürdü, takati kalmamış bedeni yere serildi. Ve yattığı yerden Çolpan’ın acıdan feryadını işitti.

Tek gözlü, zavallı bir Tanrı.[2]

Çolpan’ın dağdan uzaklaşıp, karanlığa doğru ilerlediğini fark etti. Onda bıraktığı iz ölümcül bir yara değildi. Kaçmasının sebebinin kendisi olmadığını biliyordu Barlas.

“Bir gün,” diyordu Çolpan uzaktan yankılanan sesiyle, “Bir gün geleceğim! Bir gün size hükmedeceğim!”

Ormanın nasıl oldu da böylesine canlandığına bir anlam verememişti Barlas. Çok fazla kan kaybetmişti ve bilincini açık tutmakta zorlanıyordu. Bedenini kıpırdatamıyordu. Çok fazla susadığını hissetti. Ancak her şey o kadar da kötü değildi. Nihayetinde o içine işleyen korkudan kurtulduğunu hissedebiliyordu. Sonunda özgürdü. Uzun süredir hasret kaldığı gökyüzüne baktı. Handa dinlediği hikâyeyi anımsadı, gülümsedi. İlk defa ölümün olmadığı bir yere varacaktı Barlas. Çünkü o, ölümün efendisine gidiyordu.

İşte o gün, Ejder Dağı’nın derinliklerinden bir kartal yükseldi. Gök Tanrı’ya doğru, mavi gökyüzünde süzülen kahraman bir kuş…

“Ve bir gün tek gözlü şeytanın tekrar geleceği, insanları kandırıp yoldan saptıracağı rivayet edildi. İşte ona, ‘Deccal’ dediler.”

SON


[1] Kara alevler Erklig Han’ın belirtilerinden birisi olarak rivayet edilirdi.
[2] Çolpan, Eski Türkçe’de Kızıl Gezegen Venüs’ün karşılığıdır. Aynı zamanda zavallı ve aciz anlamlarına da gelmektedir.